İstanbul daha evvel çok kez bulaşıcı hastalığa maruz kaldı. Bu salgınlar hep başka yerlerden taşındı. Tıpkı Corona Covid-19 virüsü gibi. Bu salgınlardan biri, bundan yaklaşık 228 yıl önce yaşandı. Bunlara, bulaşıcı hastalık anlamında taun denirdi. Hicri 1207, Miladi 1792 yılında başladı her şey. Devamı 1812 yılında oldu. Bir başka kıtadan, Afrika'nın kuzey ülkelerinden Mısır'dan ithal olunan bu salgının binlerce kilometreden İstanbul'a nasıl ulaştığı, İstanbul'daki zararlarının ne ölçüde olduğu ve en çok nasıl yayıldığı sorularına cevap verelim.

Herşeyden önce bu salgın konusundaki bilgiler, Şanizade Mehmed Ataullah Efendi'den öğrenilir. Ziya Yılmazer'in TDV İslam Ansiklopedisi'nde verdiği bilgilere göre Şanizade Mehmed Ataullah Efendi (1770-1826) Arapça, Farsça, İtalyanca, Rumca, Latince ve Fransızca bilmekteydi. Şanizade, modern tıp konusunda çalışmış, Avrupa'da yayınlanan pek çok kitabı tercüme etmiştir. Tarih-i Şanizade'de bu bilgiler mevcuttu. Halıcıoğlu Mühendishanesi'nde ve Süleymaniye Tıp Medresesi'nde eğitim görmüştü. Sürgüne gönderildiği Tire'de vefat edip, buraya gömülmüş, mezarı kaybolmuş ama mezar taşı sonradan bulunmuştur.

Şanizade Mehmed Ataullah Efendi'nin temsili resmi (Kaynak: TDV İslam Ansiklopedisi)

Osmanlı devleti, kendinden önceki Roma İmparatorluğu gibi Mısırla sürekli ticaret yapan bir ülkeydi. Elbette ticaret, deniz yoluyla yapılıyordu. İşte Hicri 1207 yılının başlarında İstanbul’da etkili olan vebada pek çok kayıp verildi. Ama 1812 yılındaki daha etkili olacaktı. Mısır ile yapılan deniz ticareti esnasında İzmir limanında ortaya çıkar bu illet hastalık. İzmir'den de İstanbul'un Galata Limanı’na gelen bir ticaret gemisinde çalışan gemicilerden birkaç tanesi daha gemi yoldayken ölür. Gemi İstanbul'a geldiğinde ise, bu hastalığı taşıyan ama muhtemelen bunu bilmeyen gemiciler Beyoğlu, Tatavla ve Galata'ya giderler. Böylelikle adı geçen semtlerde bu hastalık baş gösterir ve tüm kente yayılır. Çok sayıda insan kısa sürede vefat eder. Bu durumu gören çok sayıda insan, birbirleriyle ilişkileri keserek, eve kapanırlar. Yani günümüzdeki tabirle, karantinaya girerler. Doktorlar, daha evvel bu denli hızlı ve çok bulaşan bir hastalık görmediklerini açıklarlar. İyi korunulunca taun ve vebanın yok olduğu bilinci yavaş yavaş oluşacaktı. Ancak buna rağmen başlangıçtaki yayılmanın etkisiyle çok sayıda insan kaybı olur. Hükümet, İstanbul sur kapılarına yazıcı yerleştirerek, günlük vefat sayısını öğrenir. İstanbul'daki cami, mescit ve türbelerin yakınındaki bazı yerlere gömülenler haricinde kale dışına gömülenler de oluyordu. İşte kale dışına gömülenlerin sayısı Ramazan ayında günlük 1500-2000 civarında oluyordu. İstanbul'un sur dışı ve Anadolu yakası da dikkate alındığında rakam 2200-3000'i buluyordu. Ramazan bayramında insanların daha çok bir araya gelmesinden ötürü hastalığın yaylması daha çok hızlanmış ve günlük kayıp sayısı 3000 civarında seyretmişti. Ramazan ayından sonra gelen Şevval ayında iyice artan salgın sonra yavaşlamaya başlar.

Salgın esnasında bazı kişilerin önerisiyle yatsı ezanından sonra cami minarelerinden Ahkâf Sûresi okunuyordu. Dinleyen insanlar irkilmeye başlayınca birkaç gün sonra bundan vaz geçilmişti. Çünkü bu sûre, Ad kavminin nasıl helâk olduğunu anlatan bir konuyu içeriyordu. Bazı alimler, bu şekilde bu beladan kurtulunabileceğini düşünmüşlerdi.

Bir diğer grup, salgının sebebinin Eminönü'nde, bugünkü Galata Köprüsü’nün Sirkeci’ye dönen ve içeri doğru devam eden bölümünde iskelede bulunan bekâr odalarındaki (o dönemler “Melek Girmez Sokağı” deniyordu) yaşam tarzından kaynaklandığı yönündeki telkinlerinden dolayı bekâr odaları yıktırılarak, temizletilmiş; birkaç odadan birkaç ölü ile tauna yakalanmış insan bulunmuştu. Aynı şey, Galata’daki Kalyoncu Odaları’na da uygulandı.

Köprünün altından çok sular aktı. Çok şeyler değişti. Amma, arada bir ortaya çıkan ve bazen bir bölgeyi, bazen tüm dünyayı etkileyen salgın hastalıklar değişmedi. Amma geçmişten öğrendiğimiz bir şey var ki o da, Covid-19 denen bu salgın da yenilmeye mahkumdur.