Antik Çağlardan Rönesans’a kadar hazine niteliğinde büyük bir birikimden söz edilebilse de bugünkü anlamıyla koleksiyon kavramı Rönesans düşüncesinin bir ürünüdür.

Müzelerin kuruluşundan önce Antikçağda ve ortaçağda insanlar resim ve heykellerini ibadet yerlerinde ve sokaklarda sergilemekle yetinmişler, değerli sanat yapıtları, mağara, mezar, kutsal mekân, tapınak, saray, villa ve kent merkezlerinde dinsel ve nesnel nedenlerle toplanıp sergilenmiştir.

Müze mimarisindeki değişim açısından müze yapılarının tarihçesini şu dönemlere ayırmak mümkündür ;

  • Rönesans öncesi
  • Rönesans ve sonrası
  • 19 . yüzyıl
  • Modern müzecilik dönemi (1900-1970)
  • 1970 sonrası çağdaş müzecilik

Propylaea

Örneğin Atina’da ünlü ressamların yapıtları “propylaea” deki bir salonda (pinakotek) toplandığı bilinmektedir.

Helenistik Dönemde ( M.Ö.323-30) mouseionlar (Müze) kültür merkezleri olarak önem kazanmıştır. M.Ö.3. yy. da İskenderiye'de (Alexandria, Mısır) I. Ptolemaios (hükümdarlık dönemi M.Ö. 323-85), yaptırdığı sarayın bir bölümünü bir bilim ve eğitim merkezi olarak düzenlemiştir.

I.Attalos (hükümdarlık dönemi M. Ö. 241-97) ve ardılları Pergamon'da (Bergama) , Atinalı yöneticiler de M.Ö. 2. yy.da Atina'da resim ve heykeller sergilemişlerdi.

Roma İmparatorluğu'nda İmparator Marcus Claudius Marcellus'un ganimetleri Roma'da sergilemesi sonucu, koleksiyonculuk benimsenmiş; önce binaların üstü kapalı portiklerinde ve kitaplık girişlerinde, daha sonra portreler galerisinde sanat yapıtlarının ve değerli nesnelerin sergilenmesi sınıf üstünlüğünün bir simgesi olarak yaygınlaşmıştı. Herculaneum'da birkaç koleksiyonun sergilendiği Papyri Villası, Rönesans portre galerilerinin görkemli bir öncüsüydü.

Papa I Gregorius'un (papalık dönemi 590-04) 6. yy.da resim sanatını desteklemesiyle dinsel resim sanatı giderek gelişmiş, kiliseye bağlı çalışan sanat ve elişi atölyeleri kiliselere bir sanat merkezi niteliği kazandırmıştı.

14. ve 15.yy.larda ticaretin ve kentlerin gelişmesiyle zenginleşen kent-soylu da günlük yaşamı ve dini konu olarak ele alan küçük yapıtları toplamaya başlamıştı. Rönesans , ansiklopedik anlamını almaya başlayan galeri ve müze olgusunun başlangıcı olarak kabul edilebilir.

Capitoline Museums oluşturulması Papa Sixtus IV

Rönesans ve sonrası 15.yy başlarında İtalya’nın Floransa kentinde başlayan, tüm İtalya yarımadasına ve oradan da Avrupaya yayılan kültür ve sanat ortamını, anlayışını geliştiren ve değiştiren Rönesans’ın etkileri, her alanda olduğu gibi müzecilik alanı içinde bilinçli bir başlangıç oluşturmuştur.

Kilisenin geniş halk kitlelerine görsel imajla ulaşma fikri de müzeciliğin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştur. Dini koleksiyonculuğun sonucu bunların sergilenebileceği mekanı gerektirmiş, müze binasının oluşumunu sağlamıştır.

farnese müzesi-Roma-1546

Papa Sixtus IV, günümüzdeki anlamına yakın ilk müzeyi, kendi sahip olduğu “Capitoline” kolleksiyonu ile 1471 yılında kurmuştur. Bu oluşumu hızla, öncellikle İtalya’da daha sonra tüm Avrupa’da, diğerleri takip etmiştir. Roma’da Cesarini Müzesi, 1500 yılında; Farnese Müzesi 1546 yılında açılmıştır. Floransa’daki Uffizi Sarayı daha sonraları müzecilik ve sergi tasarımına referans olmuştur. Uffizi Sarayı aynı zamanda ünlü ve etkileyici sergileme mekanlarından biri olan “tribün” e sahiptir.

Bu yıllarda Padova ve Venedik iki farklı koleksiyonculuk felsefesine dayanan merkezler olarak gelişmiştir. Venedik'te Doğudan ticaret yoluyla gelen değerli taşlar, takılar, halılar, silahlar ve küçük boy yağlıboya ve minyatürlerden oluşan koleksiyonlar gelişirken, Padova'da doğa bilimlerini ve eski sanatı bünyesinde toplayan koleksiyonlar önemsenmiştir.

1560 yılında Vasari’nin devlet büroları için tasarladığı; 1581’de sanat yapıtlarının sergilenmesi için müzeye çevrilen, Floransa’daki Uffizi Sarayı daha sonraları müzecilik ve sergi tasarımına referans olmuştur. Uffizi Sarayı aynı zamanda ünlü ve etkileyici sergileme mekanlarından biri olan “tribün” e sahiptir. sekizgen planlı, kubbeli ve kısmen tepeden aydınlatılan tribün, antik bir tapınağın iç mekanının aynısıdır. Duvarlarının kırmızımsı boyası 18. yüzyıldan sonra İngiltere’de resim galerilerinin iç mekanlarında standart renk olmuştur.

17. yüzyıla gelindiğinde ise barok dönem başlamış ve koleksiyonculuk ve sergileme kavramları Avrupa’nın diğer devletlerine doğru yayılmaya başlamıştır. Müzede sanat ile bilim ilişkisi bu yıllarda kurulmuştur. Alkol içerisinde hayvan saklama, vitrin ve kutularda sergileme, sınıflandırma gibi koleksiyon düşünceleri ve yöntemleri Rönesanstan itibaren gelişmeye başlamıştır. Ancak ilk bilim müzesi İngiltere’de Oxford Üniversitesi ’ne bağlı olarak Ashmolean Müzesi ismi altında 1683 yılında açılmıştır . yüzyılın sonlarına doğru Louvre Sarayı ve atölyeleri resim ve heykel akademisini bünyesinde barındırarak sanat ve sanatçılarla bütünleşmiştir. 1692 yılında Akademinin yıllık sergisi salon Carre’de gerçekleştirilmiştir.

Fransa’da, Paris’de bulunan ve 1546 ve 1878 yılları arasında aşama aşama yapılan Louvre Müzesi , kesme taştan yapılmış Fransız Rönesans’ının ana parçalarından biridir. Mimar Pierre Lescot pür klasik fikirleri dile getiren ilk mimarlardandı ve Louvre için tasarladığı yeni kanat onun geleceğini de belirledi. Her yeni ekle, her yeni hükümdar yönetiminde, bu saraydan bozma müze tarihe tanıklık etti. 1985 yılında tamamen camdan bir piramit giriş tasarlayarak büyük tartışmalara yol açtı. Louvre 3 yapı kanadına sahiptir. Her kanat zemin üstünde üç kata sahiptir. yer altında ise bir kata sahiptir.

Paris’de Louvre, Floransa’da Victoria And Albert Museum ve National Gallery bu tür alanlarıyla ünlü müzelerin başında yerlerini aldılar. Almanya’da İse, 1760 da Kassel Galerisi kuruldu. 1759 yılında İngiliz Hükumeti ‘British Museum’u 1686’da Puget tarafından yapılan Montague House’da halka açmıştır.

Amerika’da ise ilk müze Harvard Üniversitesi’nde tek bir odadan oluşturulmuştu. Avrupa ülkelerine paralel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde de ilk halk müzesi 1773 yılında güney Carolina ’daki Charleston şehrinde açılmıştır.

“Saray Müzeler” olarak sınıflandırılabilecek bu müze yapıları, sergiledikleri zenginliklerle eş değerde görkemleri ile bir prototip müze anlayışını yerleştirerek, yeni bir müze mimarisinin gelişmesini bir süre geciktirdiler. Bu saraylar, onları takiben daha sonraki yıllarda büyük villalar, sanat yapıtlarının sergilenmesi için uyarlanarak müzeye dönüştürüldüler.

19. yüzyıl

1800’lerde en önemli gelişme, şeffaf ve esnek mekanlı sergi yapılarına öncülük eden joseph paxton ’un tasarladığı kristal saray’ın yapımıdır. Kristal saray 1900’lerden itibaren müze mimarisini etkilemiştir.

Modernizmin saf geometrik biçimli, bol açıklıklı, şeffaf ve esnek kullanımı esas alan yapıları müze mimarisinde yeni bir tip olarak yerini almıştır. Tipolojik değişimlerde ve mekanlarda iletişim teknolojilerinin etkisinden ise 1970’lerden itibaren bahsedilebilmiştir.

19. yüzyılda müzecilik anlayışına ve yeni müzelerin oluşumu büyük ivme kazanmıştır . 19. yüzyıl başlangıcında toplumun gelişmesi ve sivil kesimin güçlenmesi, müzelerin yaygınlaşmasını sağladı. Bu yüzyılda müzelerde kullanılan sergileme metotlarında, eldeki eserlerin daha verimli sergilenmesi konusunda gelişmeler yaşandı. Geleneksel olarak müzeler, diğer ulusal toplumsal yapıların tersine insanlara uzak, soğuk, anlaşılması güç, anıtsal yapılar olmuşlardır. Bununda anlamı normal hayatın akışından uzakta, anıtsal bir mimariye sahip, insanlara uzak yapılar olmalarıdır. Müzeler sadece gün ışığından yararlanabilecekleri zamanlarda açıktılar ve ziyaretçileri çok özel, bilgili kişiler olmadığı sürece sergilenen objelerin çok azından bilgileri olurdu. Eğitim seviyesinin yükselmesi, sivil kesimin gelişmesi, müzelerin toplumca daha fazla benimsenmesini sağladıkça, insanların müzeler ve sergilenen eserler hakkında bilgileri arttı. Müzeler toplumsal yaşamın parçaları haline gelmeye başladı.

Geçmişteki tapınak, kilise, saray ve villalardan esinlenen, Fransız Devrimi Mimarlarından Louis Etienne Boulle tarafından geliştirilen Ve Fransız Teoristi J.N.L Durand’ ın dört iç avlu ve bunların dışında da koridorları içeren müze mimarisi ile ilgili tasarımlarının 1802’de yayınlanmasıyla yeni bir müze tipolojisi ortaya çıkmıştır. Durand’ı takiben Leo Von Klenze’nin 1816’da tasarladığı proje ile müzeler mimarisi yeni bir döneme girmiştir.

Neo-klasik stilinde gerçekleştirilen bu müze mimarisi, Almanya, İngiltere ve Amerika’da birçok kamu binalarında olduğu gibi müzecilik alanında da benimsendi. Leo Von Klenze’nin Münih’teki glypotek’i(1816), Karl Friedrich Schinkel’in Berlin’deki Altes Museum(1823-30) Yunan tapınaklarının kolonlu girişleri ve alınlıkları, daire ”Rotunda” biçiminde bir tapınak ve binaların ikinci katına bağlayan “Monumental” merdivenleri ile görkemli tapınakları çağrıştıran müze tipolojisine yöneldi. Bu bağlamda “tapınak müze” olarak adlandırabileceğimiz müzeler gelişti.

Amerika, washington d.c. ‘de John Russel Pope’ın 1941 ‘de tamamlanan National Gallery’si bu tipolojinin kareden dikdörtgen alana dönüştürülen en önemli örneklerden birini oluşturdu. Doğal ışığın aydınlatmada çok önemsendiği bu dönemlerde pencereler ve tepeden aydınlatma için “tepe ışıklıklı” müze mimarisindeki sütun, pandantifler üzerinde kubbe ve kemerler diğer Neo-Klasik öğeler yerleşti.

19 yy’ın ilk yarısında İngiltere’de de Neo-Klasik yapım tarzında ve ulusal müze niteliğinde önemli örnekler gerçekleşmiştir. Monague House’da bulunan British Museum, Sir Robert Smirke tarafından gerçekleştirilen Londra’daki yeni binasına taşınmıştır. British Museum, dışarı doğru çıkma yapan kanatları ve merkezdeki üçgen alınlığı ile kolonlu bir ön cepheye sahiptir. İlk yapılan galerilerde kesin bir simetri olmasına rağmen, daha sonra yapılan eklemelerle yapı arkaya ve sol yana doğru asimetrik olarak uzamıştır.

19. yüzyılın ortalarında müze mimarisine katkıda bulunan bir başka gelişim de, tamamıyla farklı bir sergileme mekanından kaynaklandı. 19.yy ortalarında Avrupa’da gümrük duvarlarının inmesi ve ticaretin yaygınlaşması, ülkelerin sanayi üretimlerini birbirlerine daha kısa yoldan gösterme ihtiyaçları gibi etkenler sonucunda gelişen dünya sergileri (expo) fikri İngiltere’de ortaya çıkmıştır.“…dünya sergileri (expo) yapıları, hem binaları ile hem de içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin birlikteliği ile yirminci yüzyıl müzelerine, müze tasarımı ve çağdaş müzecilik kavramı’nda fikir babalığı etmiştir.” ingiltere, londra’da 1850-51’de üretim malları ve makinelerin sergilenmesi için yapılan Crystal Palace ilk dünya sergisi yapısıdır.Crystal Palace gibi şeffaf ve camlı yapılar, daha sonra 20.yüzyılın ortalarında inşa edilen müze binalarında etkilerini gösterdi. makina ve üretim araçlarının sergilenmesi amacı ile yapılmış olsa da, sergileme tekniği açısından ve de yapıt-mekan ve mekan-değişik işlevler ilişkisi açısından birçok yenilikler getirmiştir. Bu yeniliklerin içerisinde en önemlisi ise ‘tek mekan içerisinde birçok değişik fonksiyon ve aktivitenin olabileceği’ fikridir. Daha önceleri panayır şeklinde, birbirine çok yakın düzenlense de farklı mekanlarda (çadır v.b.) gerçekleştirilen etkinlikler burada daha düzenli, büyük bir mekan içerisinde gerçekleştirilmiştir.

Bu tek yapının içerisinde sergileme dışında gerçekleştirilen etkinlikleri sıralarsak;

İnsanları bilgilendirmek için toplantı ve konferanslar düzenlemek, sıkılmamaları için küçük konser ve gösteriler, farklı etkinlikler sunmak için geçici sergiler düzenlemek, yeme, içme, dinlenme v.b. ihtiyaçlarını karşılamak üzere düzenlemeler yapmak ve sergilenen ürünlerin satışı yer almaktadır. Bu değişik fonksiyonların total bir mekan içinde yer almasından dolayı dünya sergileri yapıları; hem binaları ile hem de içerisinde gerçekleştirilen etkinliklerin birlikteliği ile yirminci yüzyıl müzelerine, müze binası tasarımı ve çağdaş müzecilik kavramında fikir babalığı etmiştir.

1800’lerin başından itibaren, Almanya, Amerika ve İngiltere’de Neoklasik stilde müze binaları inşa edilmeye başlamıştır. Geleneksel müzecilik olarak anılan ve 1900’lere kadar uzanan bu tip tasarımlarla halk müzelere çekilememiştir.